31/08/2023
KIRKIMA MERDİVEN DAYAMIŞKEN
Güllere, hatmilere, üzümlere, böceklere, dağlara, nehirlere, çocuklara, denizlere, şiirlere, resimlere, heykellere, romanlara, çevirilere, sevgililere, analara, babalara, ninelere, dedelere, dostlara, kıskançlara, karikatürlere, Güneş'e, yıldızlara, Ay'a, neşeye, müziğe, dansa, tiyatroya, mimariye, yabancı dillere, aşka, hayvanlara, bilime ve beni ben yapan her şeye minnetle...
Altı yıldır anadilimde yazmıyorum. Sanırım anadilimi anadili olarak konuşan insanlarla ilgili yaşadığım hayal kırıklıklarının bir sonucu olsa gerek. Halimi, bir nevi kendini geri çekme, susma, susarak başkaldırma olarak nitelendirmek mümkün. İçimde yıllardır devam etmekte olan bir tartışma var. İçinden çıkamıyorum. Belki bu iç tartışma bana ait olduğu ve ben onu dışarıdan görme yetisini zaman içerisinde kaybettiğim için, ya da aslında bu bir tartışmadan ziyade yaşadığım dünyanın doğal hali olduğu içindir. Fakat, su, toprak, ateş ve hava gibi doğal değil, insanlar tarafından 'doğallaştırılmış' bir 'doğal'.
Kısa bir örnekle başlamak daha kolay olacak. Bir üniversitenin yayınevinden (adı bende kalsın) bir kitap çevirisi projesi aldım. Projeyi kabul edene kadar geçen sürede son derece latif, yüceltici tanımlamalar sergileyen yayınevi çalışanı projeyi bitirdikten iki hafta sonra doğal olarak gönderdiğim faturaya karşılık bana göre küstahça bir yanıt verdi. Mesleğime adadığım senelerin ardından susmamaya karar verdim. Kibar ama haddini bildiren bir cevap yazdım ve bir anda karşımda son derece soğuk, umursamaz, görünürde kibar patronunu buldum. Şeytan kulağıma fısıldadı, ama bu sefer sustum. Böylelerine ömür dayanmaz, al hakkını bırak gitsin dedim. Yapay zekanın çeviri yapacak kadar(!) gelişmiş olduğu bu ileri teknoloji devrinde bu büyük ve kıdemli kurumun yurtdışı ödemeleri bir aydan fazla sürebiliyormuş! Ne diyeyim…
Bundan kaç sene evvel yayıncılık sektörüne olan inancım ve saygım henüz tükenmemişken çalıştığım birçok prestijli yayınevi ve ajansın aslında içeride ne kadar kof ve yobaz olduğunu, çalışanların işlerini herhangi bir ilham ya da heyecan duymadan maddi zorunluluklar çerçevesinde yaptığını, neredeyse her gün patronları tarafından azarlandıklarını ya da suistimal edildiklerini, aslında okuyucunun da kitap satın alarak yayınevine sağladığı kazancın ötesinde pek kıymetli olmadığını, sözde iş yapmış olalım görüntüsü vermek için yüzlerce kitap hazırlandığını, bazı 'aydın' isimlerin bile kaba tabirle “beş para etmez” adam ve kadınlar olduğunu yüreğim parçalanarak tecrübe ettim. Dedikodu, sırtından bıçaklama, önünü kesme ve daha nice etik dışı davranışın yanı sıra aforoz edilme, mobbinge uğrama, vurdumduymazlıkla susturulma gibi politikaları fiilen kullanan ve insan sıfatını hak etmeyen “insanlar” tanıdım.
Çalışıp emeğinin karşılığını alamayan, karşılığını talep ettiğinde hor görülen, hatta aşağılanan; bir kibrit kutusu içine kıstırılmış, maddi ve manevi sömürü kurbanı, gözünün feri sönmüş çevirmenler, editörler, grafikerler, redaktörler gördüm. Hepsi gerçek, Rus edebiyatından alıntı değil.
Bundan seneler önce bir edebiyat ajanı bana "Biliyor musun, ben bazen çevirmenlerin de insan olduğunu, onların da yaptıkları işin dışında bir özel hayatları olduğunu unutuyorum" demişti. Doğru söze ne hacet?
İthaki Yayınları'yla ilgili son dönemde ana akım medyada dolaşan haberi okumuşsunuzdur. Tabii onlar yalanladı, doğru değil dediler. Kim bilir? Bilirkişi bilir. Bilirkişi bulmak gerekir. Nereden bulunur? Avrupa'dan ya da Amerika'dan birini getirelim, fiyakalı olur. Şaka bir yana, bu sektörde hatırı sayılır zamandır çalışan biri olarak iddialar doğru olsun olmasın bu vakânın ne bir ilk ne de bir son olmayacağına adım gibi eminim.
Belki de yakın gelecekte yapay zekânın yön verdiği yayınevleri ve ajanslar insanlar tarafından yönetilmişlerden daha adil olacak; hatta insanların yokluğunda belki daha da yaratıcı işler ortaya çıkabilir. Aklımın ucundan geçmezdi bu kelimeleri yazacağım! İki gözüm, şu anki koşullarda yaratıcılık bir yana, düzgün iş üretmek bile mümkün değil. Hatalı metin gönderiyorlar, fikir danışıyorlar, düzeltir misiniz diyorlar. Metni toparlıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz eski, hatalı kopyayı yayımlamaya karar veriyorlar.... Gel de çık işin içinden. Onlar öyle karar vermişler... İnsan bile bile hata yapar mı? Yapar. Şahidim.
Öte yandan üç sayfa yazı yazamayan, profesör/doçent müsveddesi onlarca ünlü ismin nasıl pohpohlandığını, sergiledikleri her türlü çocukça kaprise rağmen hem yayıncı hem de okuyucu tarafından adeta tapınıldığına şahit oldum. Çıplak kralın ülkesinde Rapunzel’i oynadım. Medyanın yandaşını da muhalifini de mercek altına aldım. Tiksindim, utandım. Kimsenin suratına bakamaz hale geldim. Ve uzun süre de ne kimseyi aradım ne davete katıldım.
Çektim kapıyı çıktım. Yurtdışında halihazırda on bir sene yaşamış olduğum zor hayata geri dönmeyi yeğledim. 12 yaşında İngiltere’de yatılı okula gitmiş bir Türk kız çocuğuna ailesi tarafından verilmiş terbiyenin en önemli unsurunu bugüne dair ne pahasına olursun olsun korudum: ülkemi en iyi nasıl temsil ederim fikriyle hareket ettim. Fakat uzun vadede gördüm ki, hem yurtiçinde hem de yurtdışında sahip olduğum bu değer az sayıda insanın meşgalesi. Burada milliyetçi propaganda yapmak gibi bir amacım olmadığını da belirtmek isterim.
Gel zaman geç zaman o gittiğim diğer şehir ve ülkelerde başka, birbirinden dağlar kadar farklı insanlar tanıdım. Onların da aslında evvelkiler gibi olduğunu kavradım. İşin özeti, kendimi günbegün bu kadar kötülüğün gerçekleştiği küresel bir sektörde ve dünyada bulduğum için doğduğuma pişman oldum. Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Neden bu kadar uğraşıp, didinip bu koca gübre yığının içinde buldum kendimi? Bu soruyu kendime çok sordum ve cevabını tek bir yerde buldum.
Şu an oturduğum sandalyede. Tüm bu yaşanmışlıklardan çok sonra ve çok uzakta.
Tanıdığım herkes her şeyin daha fazlasını daha çabuk istiyor. Kendi sonunu getirme pahasına dek. Ve sadece ego denilen o berbat yaratığın doyumsuz tatmini için. Bu bir suçlamadan ya da hayıflanmadan öte, ta damarlarımda hissettiğim yegâne kanı.
Ben önümde olanla yetinmeyi, yaratma hakkına kavuştuğum en ufak şey için şükretmeyi bildiğim; insanları kimi tanıyıp ne kadar para kazandıklarına göre değerlendirmeyi cahilce bulduğum; tek başıma yetebildiğim, kendi yağımda kavrulmayı seçtiğim; her şeyden önce kendime verdiğim değeri kim olursa olsun, nereden gelirse gelsin karşımdakine de verdiğim ve bana saygı duyana saygı ile, duymayana sükûtla baktığım için hep “kaybeden” tarafta oldum. Evet, biliyorum, 'için' kelimesinin altını çizdim çünkü her şey bir sebepten doğar. Benimkiler çoğul.
Ve artık bilinçli hayatımın tahminen ortasına gelmişken (ailemde demans ve Alzheimer hastalıkları başgöstermekte) söylediklerim ya da yazdıklarım belki birini rencide eder diye düşünmemeye karar verdim. Çünkü gerçekler genelde acıdır. Benim emelim gerçekler. Ve çoğu zaman, bizlere öğretilenin aksine, gerçekler ve doğrular sabittir. Eğer ki - kaypak ve öznel olmaktansa - meselelere adalet, etik düşünce ve davranış ile terbiye açısından bakmayı seçiyorsanız.
Tabii bu yazıdan sonra benimle çalışmak istemeyecek çok kurum ve şahıs olur. Ne de olsa al-ver dünyasında yaşıyoruz. İş yapabilmek ve para kazanabilmek için beraber iş yapmak istediğinin cebinde olmak gerekiyor. Benimle iş yapan sonra kalkıp kiminle iş yapabilir ki... Bu kadar doğrucu bir şahısla ortalıkta görünmemek gerekir. Tam tersine esnek ve kaygan zeminler her türlü numaraya daha uygundur. Çevir kazı yanmasın. Al bir de bunu çevir Klingon diline. Sana diyorum 'AI'!
İşte, tüm bu sebeplerden ötürü içim rahat. Çünkü en azından ben şimdi kendi kendime aitim. Hani olur ya, kırkıma merdiven dayamışken, gözüm arkada kalmasın. Dileğim o ki, en azından yaşarken bütün kalayım. Nasılsa son nefesimi bir geçe ruhen ve cismen lime lime edileceğim!